Döndükten sonra olanlar
Uzaklar II ve deneyimli ekibi yurda döndükten sonra neler oldu?
Türkiye’nin Antarktika’da bir üs açması fikri üzerine neler konuşuldu?
Değerli denizcimiz Osman ATASOY’un kaleminden, son birkaç aydaki gelişmeleri birlikte okuyalım.
....
BRÜKSEL’DEKİ ANTARKTİKA (Mayıs 2013)
19 Mayıs Pazar akşamı Brüksel'e inip otelimize yerleşiyoruz. Ertesi gün “Antarktika Antlaşması 36. Danışma Toplantısı” başlıyor. Başlamasıyla birlikte kendimizi uzun zamandır yabancısı olduğumuz bir temponun içinde buluyoruz. Sokaklardaki insanlar hızlı hızlı yürüyor, arabalar rüzgar gibi geçiyor. Hele şehrin o kendine özgü uğultusu... Bu tuhaf uğultunun, geceleri uyurken bile kafamın içinde yankılandığını hissediyorum. Varsın olsun... Buraya kafa dinlemeye gelmedik. On gün boyunca koşturacağız.
Oturumlar her sabah 09.00'da 'Egmont Sarayı'nda başlıyor. Biz de yarım saat öncesinden 'Chambord' adlı otelimizden çıkıyor yürümeye başlıyoruz. İki salona dağılmış 50 ülkeden 350 delegenin katıldığı oturumlar akşam saat altıya kadar devam ediyor. Sırayla söz alan delegelerin İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Rusça'ya simültane çevirilen konuşmaları masalara bağlı kulaklıklar vasıtasıyla dinleniyor.
10.30'da kısa bir kahve molası veriliyor. Öğle yemeği saat 12.30'da. Akşam altıdan sonra sarayın salonlarında veya Brüksel'deki yabancı ülke elçiliklerinden birinde resepsiyon veriliyor. Bu samimi toplantılarda delegeler birbirleriyle tanışıyor, e-posta adresleri, telefon numaraları el değiştiriyor.
Sanırım bizim açımızdan en verimli temaslar bu akşam toplantılarında gerçekleşliyor. Türk heyeti olarak, adet olduğu üzere, bir masada toplanıp aramızda konuşmak yerine salona dağılıyor, delegelerle kaynaşmaya çalışıyoruz. Dördüncü gün sonunda not defterime baktığımda, 21 ülkenin delegeleriyle birebir temas kurduğumu görüyorum.
Türk delegasyonunda biz ve üç akademisyen (İstanbul Üniversitesi'nden Bayram Öztürk, ODTÜ'den Temel Oğuz ve İTÜ'den Burcu Özsoy Çiçek) bulunuyor. Bu beş kişilik ekibe ek olarak Takbam'dan M. Ali Türkel ve Haluk Tabak'la Türk heyeti tamamlanıyor.
HER ŞEY ANTARKTİKA İÇİN
Toplantılarda son bir yıl içinde Antarktika'da yürütülen bilim programları, araştırmalar, Antarktika'da üssü olan ülkeler arasındaki iş birliği, bu üslerde yapılan çalışmaların niteliği ve bunların çevre protokollarına uygun olarak yapılıp yapılmadığı (üsler bağımsız komitelere bağlı görevliler tarafından düzenli olarak teftiş ediliyor), talepler sırayla söz alan delegeler tarafından gündeme getiriliyor, karara bağlanıyor.
Delegelerin profiline dikkat ediyorum. Çoğunluğunun bilim adamı, ülkelerinin Dışişleri, Çevre ve Denizcilik bakanlıklarında görevli üst düzey görevliler, diplomatlar ve sivil toplum örgütü temsilcileri olduğunu görüyorum. Bir gün de Monaco prensi, Belçikalı bakanlar ve toplantıya katılan ülkelerin büyükelçileri Antarktika toplantısına katılıyorlar.
Çek Cumhuriyeti Çevre Bakanı da burada; ülkesinin “Danışılan Ülke” statüsüne yükselmesinin sevincini ekibiyle paylaşıyor. Antarktika Toplantısıyla büyükelçiliğimiz de ilgileniyor. İlk gün öğleden sonraki oturumda büyükelçilikte görevli 2. katip Onur Sevim'i aramızda görüyoruz. Onur Bey heyet üyeleriyle tanıştıktan sonra Brüksel'deki başka bir toplantıya katılmak üzere aramızdan ayrılıyor.
AÇILIŞ KONUŞMASI
Açılışta söz alan heyet başkanı Bayram Öztürk uzun süredir sessiz kalan Türkiye'nin, artık bu sessizliğini bozarak Antarktika'yla ilgilenmeye başladığını söylüyor. Bayram Hoca Türkiye'nin ilgisinin, Antarktika Antlaşması'na uygun olarak kıtada bilimsel araştırmalar yapmak ve eko sistemin bozulmadan korunması için diğer ülkelerle iş birliğinde bulunmakla sınırlı olduğunun altını çizdikten sonra, Türkiye'nin Antarktika'da bu çalışmaları yapacak bilimsel alt yapısı, yetişmiş bilim adamları ve kurmayı planladığı üssü yapacak maddi gücü olduğunu belirtiyor (konuşmanın tam metni aşağıda).
Bayram Hoca konuşurken delegeler, üzerinde 'Turkey' yazan bir plaka ve Türk bayrağı bulunan masanın arkasında 18 yıldır boş bekleyen sandalyeleri dolduran heyet üyelerine merakla bakıyorlar!
Oturumlar kapandıktan sonra o akşamki resepsiyonun verileceği mekana doğru gidiyoruz. Yolda Temel (Oğuz) Hocanın yorumu güne damgasını vuruyor: “Yıllardır uluslararası toplantılara giderim. Herhalde yüzden fazlasına katılmışımdır, ama bu kadar çok ülke temsilcisini ilk kez bir arada görüyorum. Sanki Birleşmiş Milletler Genel Kurulundayız...Antarktika'da üs kurma işi kolay olmayacağa benziyor. Daha ilk günden gözüm korktu; nasıl bir şeyin altına yattığımızı gördüm!”
Prof. Bayram Öztürk'ün, 20 Mayıs 2013'te Brüksel'de, 36. Antarktika Toplantısında yaptığı konuşmanın orijinal metni
Mr. Chairperson, Distinguished Delegates, Ladies and Gentlemen,
We are honoured to attend the XXXVI Antarctic Treaty Consultative Meeting here in Brussels, the heart of Europe. Since the signing of the Antarctic Treaty in 1995, Turkey has been little involved in studies, governance and protection of this common heritage of the planet for many years. Republic of Turkey, however, has made substantial progress in economy, education and scientific researches in recent years. We are now feeling more prepared to contribute to the Treaty. Turkey plans to establish a base in the near future and developing a science programme for the Antarctic research .
Nevertheless, for 2013 and next few years we are facing a big challenge and we are well aware of our commitments, thus following closely all progress about this beautiful area. In principle, the interest of Turkey in the Antarctic is in scientific researches, through which we believe that we can play an effective role in monitoring and conservation of good environmental status of the Antarctic.
In April, we held a national workshop for the Antarctic. The workshop papers have already been published. We have also found that a number of Turkish scientists had already done some valuable scientific studies in the Antarctic mostly climate change, biodiversity and fisheries during their Ph.D. studies in the USA. We collected reprints of these studies and brought here for your attention. Moreover, Turkish sailors, Mr. Osman Atasoy and Ms. Sibel Karasu, accomplished a long sailing to the Antarctic recently and they are also here to join this important meeting as Turkish delegations.
Finally, members from a Turkish NGO for the promotion of Antarctic activities, TAKBAM, are also here to attend this meeting.
Mr. Chair, I conclude my word with the wish for the success of the meeting and Turkey is ready for strong cooperation with all countries in the Treaty to protect the magnificent Antarctic region.
Thank you very much for your kind attention.
.......
ORADAN ORAYA (Temmuz 2013)
Koş koş nereye kadar… Brüksel toplantıları, Tuzla’daki 2. Antarktika Çalıştayı, Deniz’in üniversite seyahatleri… Yoruldum artık, derken, ani bir bel ameliyatı sayesinde koşturmaya ara veriyorum! Hastaneden çıkarken doktorum Ahmet Arslan sıkı sıkı tembih ediyor: “İki hafta kıpırdamak yok. Sırt üstü yatacaksın.”
Önce dert etmiyor, hatta seviniyorum bile; “Oh ne kekâ… On dönüm bostan, yan gel yat Osman!” Ama kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Üstü kapalı bir alanda, açık havaya çıkmadan ilk defa bu kadar uzun süre kalıyorum. Zaman geçmek bilmiyor. Neyse ki yanımda Deniz var. Yıllardır uzak olduğum kızımla beraberim ya…
Eskişehir, Ankara, İzmir üçgenini tamamlayarak İstanbul’a yeni dönmüştük. Girebileceği üniversiteleri yerinde görüp incelemek Deniz'in ufkunu açarken aklını da biraz karıştırmışa benziyor. Üniversite sıralamasını kaçıncı kez bozup yeniden düzenlerken yattığım yerden fikrimi söylüyorum: “Ne Hacettepe, ne 9 Eylül, ne de İstanbul Üniversitesi, bence Anadolu Üniversitesi…” Anlaşılan Eskişehir ve bu kentteki Anadolu Üniversitesi beni çok etkilemiş. Nasıl etkilemesin; Çağdaş bir şehir, insana keşke yeniden öğrenci olsam da burada okusam, dedirten bir üniversite.
Ne yazık ki okul dönemini çoktan geride bıraktık. Uzun zamandır 'yol' dönemini yaşıyoruz. Bu kafayla da 'ömür biter, yol bitmez' diyenleri haklı çıkaracağa benziyoruz. İşte doktor seyahat etmeme izin verirse yeniden yollara düşeceğiz. Önce Ankara’da TÜBİTAK yetkilileriyle buluşacağız. Ardından Antarktika’da Türk bilim üssü kurulmasıyla ilgili bir dizi toplantı yapacağız.
Daha yapmam gereken o kadar çok iş var ki… Hâlâ başlayamadığım seyahatin kitabı beni bekliyor. Sonra sırada Gökova Yelken Kulübü'nün iskelesinde bekleyen Uzaklar II var. Onu daha fazla yalnız bırakamam. Üç yıl oldu sudan çıkarmayalı. Yaz sonu karaya çekip altını boyamalı, tutyalarını değiştirmeliyim.
..........
BİR AMELİYAT HİKÂYESİ (Ağustos 2013)
Üç hafta geride kaldı... Hayatımda ilk defa bu kadar uzun süre aralıksız yatıyorum. Tepemde beyaz bir duvar; sanki büyük bir tabutun içindeyim. İçimi sıkıntılar basınca ablam teselli ediyor: “Bizde tavan yüksekliği 3.5 metre. Yeni apartmanlarda bu konforu bulamazsın.”
Haklıymış. Bir süre sonra Denizlere naklim yapılıyor. Buradaki tavan daha alçak… Müteahhit fazladan bir kat daha çıkmak için yükseklikten çalmış olmalı. Neyse ki salon penceresinden çam ağaçları görülüyor. Biricik kızımı karşımda görmek sancılarımı dindiriyor. Yıllardır doğru dürüst görüşememiştik. Seyahatten sonra ilk defa bu kadar uzun süre birlikte oluyoruz. Üniversiteye giriş sıralaması üzerinde çalışıyor, geleceğe dair planlarını konuşuyoruz.
Başıma neler geldiğine gelince... Her şey 20 gün önce başlıyor. Aniden patlayan bel fıtığımla hayatım da bir anda değişiyor. Gittiğimiz ilk doktor Volkan Aydın acilen ameliyat olmam gerektiğini söylüyor. Muayenehanesinde iki büklüm olmuş, dayanılmaz ağrılarla kıvranırken onun anlattıklarına kulak kabartıyorum: “İki omur kemiği arasındaki diskten fırlayan parça sinire baskı yapıyor; halk arasında buna 'bel fıtığı patlaması' denir, bu parçayı almamız lazım. Şu anda sağ bacağınızda % 40 güç kaybı var. Biraz daha zaman geçirirseniz ayağınız düşecek, belki de felç olacaksınız!..”
İlk Operasyon
Hayatımda hiç ameliyat olmadım. Aklıma rahmetli anneannem geliyor. 90’lı yaşlarına kadar son derece sağlıklı bir hayat süren anneannemin en büyük arzusu ameliyat olmaktı! Cenazesinden sonra dayım Orhan Karaveli’nin söyledikleri hâlâ kulaklarımda: “Evlatları olarak annemizin her istediğini yerine getirdik. Ancak galiba bir tek konuda yetersiz olduk; sevgili anneciğimizi bir türlü ameliyat ettiremedik!” Evet bizim ailede böyle bir damar var, ama ben anneanneme çekmemişim, ameliyat olmak istemiyorum.
Aynı gün içinde denizci doktor arkadaşlar Mahmut Berkman, Cüneyt Şar da işin ciddiyetini anlatınca ikna oluyorum. Ancak Amerikan Hastanesinde SGK geçmiyor, istedikleri para da bende yok. Bir başka doktor arkadaşım Yaşar Öğünç hararetle tavsiyede bulunuyor: "Medipol Hastanesi doktorlarından Dr. Ahmet Arslan bu tip ameliyatlarda çok başarılıdır. Aman ona bir görünün!.." Üstelik o hastanede SGK da geçiyormuş.
Hastanede
Medipol Hastanesi pırıl pırıl, son derece modern cihazlara sahip bir hastane. Aynı pırıltıya sahip Amerikan Hastanesinden dış görünüş olarak farkı, çalışan hanım görevlilerin bir kısmının tesettürlü olması. Ameliyat için gelecek olan elitist ablamın böyle şeylerden hiç hazetmediğini düşünerek biraz endişeleniyorum.
Görevlilerin nasıl giyindikleri benim açımdan her hangi bir sorun teşkil etmiyor (aynı şekilde ayağımdaki kısa şortla da kimse ilgilenmiyor). Hatta buradaki ortamın canım ülkemin hakiki haline daha çok benzediğini düşünüyor ve kendimi oldukça rahat hissediyorum. (Neyse ki daha sonra gelen ablam da hastaneyi çok beğeniyor, görevlilerle samimi diyaloglar kuruyor; böylece tatsız bir olay yaşamıyoruz.)
Dr. Ahmet Arslan’a hemen kanım kaynıyor. Bugüne kadar çok sayıda ameliyat yapmış tecrübeli bir operatör olmasına rağmen mütevazi tavrı, karşısındakini rahatlatan dingin havasıyla insana güven veriyor. Bu doktor beni sağlığıma kavuşturur diye düşünüyor ve kendimi onun neşterine teslim etmeye karar veriyorum. Hastaneye yatış kaydım yapılıyor. Bir seri kontrol ve tahlilden sonra artık ameliyata hazırım.
Ameliyat öncesi odama yatmak üzere koridorda ilerlerken tekerlekli sandalyeyi başka birinin ittiğini fark ederek soruyorum: “Tahsin’e ne oldu?” Sandalyeyi iten yeni görevli cevap veriyor: “Ha o mu, ameliyattan çıkan hastayı almak için morga gitti!” Hafifçe ürperiyorum. Kuşkusuz aynı ameliyathaneye girecek bir sonraki hastayı tedirgin edecek türden bir cevap. Ama görevli bunu o kadar içten ve doğal bir eda ile söylüyor ki.. Tedirginliğim çabucak geçiyor.
Her Şey Yolunda
Gözlerimi açtığımda çok şükür odamdayım. Doktor Ahmet ameliyatın başarılı geçtiğini söylüyor. Kendimi yokluyorum; en küçük harekette kızgın kılıçlarla dağlanırmışcasına sancıyan bacağım artık kuşlar gibi özgür ve sancısız hareket ediyor. Gece yarısına doğru yatağımda doğrulabildiğimi hayretle fark ediyorum. Canımın yanması geçince açlığı hissediyorum. Karnım çok aç, ama yemek saati de çoktan geçmiş. Hastabakıcıyı çağırıyoruz. Aşçıya bir sorayım, belki bir şeyler ayarlar, diyor.
Biraz sonra tepsi içinde tabaklar geliyor. Kıymalı pide, içli köfte, patlıcan biber kızartması, yanında şekerpare… Odada refakatçi olarak kalan ablamın gözleri fal taşı gibi açılıyor: “İki kere ameliyat oldum, böyle bir şey görmedim. Ameliyattan çıkmış adam bunları yer mi, aman sakın yeme, hasta olursun…” diyor. Ancak gözüm önümdekilerden başka bir şey görmüyor. Tepsi boşaldıktan sonra sırt üstü devriliyor, derin bir uykuya gömülüyorum.
Ahmet Arslan’ın verdiği iki haftalık ev istirahatının son günü kontrol için hastaneye gitmeye hazırız. Doktorum hastanede bizi bekliyor. Son kontrol öncesi kendimi çok iyi hissediyorum. Beni bu halde görünce tekneye gidebileceğimi söyleyeceğine eminim. Son birkaç gündür evin içinde rahat rahat yürüyor, her işimi kendim görüyorum.
Bu Ne Aksilik
Çantam hazır. Evden çıkmadan son bir kez tuvalete giriyorum. İşimi gördükten sonra taharet musluğunu açıyor, sol elimi arkaya doğru uzatıyorum... Ve o anda olan oluyor. Birden dünyam kararıyor. Vücudumun sağ tarafı adeta yüzlerce voltluk cereyana kapılmış gibi kasılıyor. Oracıkta kilitlenip kalıyorum.
İki büklüm olduğum klozetin üzerinden bir türlü kalkamıyorum. Üstelik sesimi de içeriye duyuramıyorum. Neyse ki telefon yanımda, salonu arıyorum geliyorlar. Bu sefer de kapı açılmıyor. Aksi gibi tuvaletin kapısını içeriden kilitlemişim. Deniz epey uğraştıktan sonra kapıyı dışarıdan açmayı başarıyor. Tespih böceği gibi olmuşum. Salondaki divana taşıyorlar. Üç gün yerimden kalkamadan yatıyorum.
Hastaneden bekliyorlar, ama bu halde bir yere gidemem Ayıp değil ama ambulansa binmemeye de kararlıyım. Dostlar sağ olsun, Haluk Kutay’ın cip tipi arabası konfor bakımından ambulansı aratmıyor… Denizci dostum sarsmadan hastaneye götürüyor. Yeniden çekilen MR’a bakan Ahmet Arslan; yeni bir parça atmış, diyor. Şimdi de bu parça sinire baskı yapıyormuş. Doktorum, ameliyattan sonra böyle bir ihtimalin söz konusu olduğundan zaten bahsetmişti. Şanssızlık işte…
Dr. Ahmet ikinci bir ameliyatla bu parçayı almaları gerektiğini söylüyor. Kendisine güvenim tam… Tekrar hastaneye yatıyorum, sabah ameliyata gireceğim. Durup dururken başıma bu işler neden geldi... Odamda yatarken birden aklıma hep ihmal ettiğim adağım geliyor.
Güney Okyanusu’ndaki o korkunç fırtınayı, o her şeyin bittiğini, hayat çizgimizin buraya kadar olduğunu düşündüğümüz o meşum günü hatırlıyorum. Kamaranın içinde artık korku sınırlarını çoktan aşmış, sonumuzun nasıl geleceğini tuhaf bir merak duygusuyla bekliyorduk. Dalgalar kamara lombuzlarında balyozla vuruluyormuş gibi vahşi sesler çıkarırken; 'Allahım' demiştim. "Eğer bu badireyi sağ salim atlatırsak, Türkiye’ye dönünce hemen bir kurban keseceğim!"
Adak
Acaba başıma gelenler biraz da bu yüzden mi?.. Hâlâ bu sözümü yerime getiremediğim için mi son aylarda başıma işte böyle bir sürü tuhaf olay geliyor... Hastane odasından vekâlet veriyorum. Adağım sabah ameliyata girmeden kesilecek. Sabah doktoru beklerken telefonuma beklediğim mesaj düşüyor: “Adağın kesildi, Allah kabul etsin!” Biraz sonra doktor gözüküyor. Yanında beni ameliyathaneye götürecek olan hastabakıcıyla odaya giriyor: “Ameliyathane hazır, sizi bekliyorlar.”
Nedense birden kendimi çok iyi hissediyorum. Doğrulmayı deniyorum. Hayret sancı duymadan doğrulabiliyorum. Yataktan kalkıp ayakta durunca doktor da hayretle bakıyor. Koridorda biraz yürüyüp odaya geri dönüyor ve “Ben ameliyat olmaktan vazgeçtim, siz ne dersiniz,” diyorum.
Doktorum gülümseyerek yüzüme bakıyor: “İlk ameliyatta size bu şansı tanımazdık, ama şimdi tanıyabiliriz. Az da olsa ameliyat olmadan bunu atlatma şansınız var gibi gözüküyor, ancak büyük ihtimalle ameliyat için geri geleceksiniz. Gene de belli olmaz… Şimdi gidin evde bir hafta yatın, iyice dinlenin. Bakalım durumunuz iyiye mi gidecek, yoksa başa mı dönecek.”
Toparlanıp hastaneden çıkıyoruz.
Not: Sevgili Ömer Karahan ve Haluk Karamanoğlu tanıdıkları ve çok güvendikleri doktor arkadaşlarına da görünmemi istiyorlar. “Belki onların da tavsiyeleri olabilir,” diyorlar. Ancak yerimden kalkıp bir yere gitmem çok zor. Dr. Ali Fahir Özer ve Dr. Yunus Aydın e-postayla yolladığım ameliyat öncesi ve sonrasına ait MR’ları gördükten sonra çok başarılı bir ameliyat geçirdiğimi, ameliyat sonrası yaşadıklarımın her zaman karşılaşılabilecek türden şeyler olduğunu söylüyorlar.
Osman Atasoy
Yazarın diğer yazıları:
Döndükten sonra olanlar
Ve nihayet Türkiye
Iyon Denizinde
Magrip Sahillerinde
Cezayir sularında
Bildik sularda (mı?)
Rota artık Akdeniz
Kara göründü
Dost Adalar
Son eklenenler
